KURTULUŞ DOĞA İLE GÜÇLÜ BAĞDA

12:39 - 08.08.2022, Pazartesi

İş dünyası liderlerinin doğal hayat ile daha güçlü bir bağ kurması, şirketlerine, çevreye ve kendilerine fayda sağlıyor…

George Ferns

İş dünyası, doğal çevreyi koruma kararlılığını güçlendiriyor. Dünyanın en büyük iki bin şirketinin beşte birinden fazlası net sıfır hedefleri taahhüt etmiş durumda. Hatta bazıları bir adım daha ileri gitti: Bayer, Gucci, Nestlé, Starbucks ve başka şirketler, son zamanlarda 'doğa pozitif' olmayı taahhüt etti. Dünya Ekonomik Forumu ve Birleşmiş Milletler tarafından kuvvetle teşvik edilen doğa pozitifliği, biyolojik çeşitlilik, arazi bozulumu ve iklim değişikliği gibi alanlarda yapılacak kökten iyileştirmeler sayesinde insanlığın doğayla ilişkisinin yeniden kurulmasını içeriyor. Doğa pozitif olmak, yalnızca ekosistemleri korumanın ve hatta net sıfır hedeflerine ulaşmanın çok ötesine geçiyor; nihai hedef 2030'a kadar 2020'ye kıyasla 'daha fazla doğa' yaratmak.

MALI SONUÇLAR

Bu takdire şayan planlara rağmen doğal çevrenin korunmasında kaydedilen ilerleme sınırlı. Flora ve faunaya verilen zarar hız kesmiyor aksine süratle artıyor. Bazıları, iş dünyasının -özellikle kısa vadeli mali sonuçlarla yönlendirilen büyük, kar amaçlı şirketlerin- tasarım gereği, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybı gibi büyük zorluklarla başa çıkacak donanımda olmadığını savunuyor. Bu sorunlar, sistemik çözümler, uzun vadeli düşünme ve ekonomimizin fosil yakıtlara bağımlılığından topyekün uzaklaşmayı gerektiriyor.

BAĞLANTI KOPUKLUĞU

Ancak iş dünyasının doğayla ilişkisini geliştirmekte yetersiz kalmasının daha derin, daha temel bir nedeni bulunabilir: Bizzat iş insanlarının doğayla yakın bir bağdan çoğunlukla mahrum olması. İş insanları zamanlarının çoğunu (Covid-19 izin verdiği takdirde) beton ve camdan yapılmış kurumsal ofislerde, genel anlamda 'doğal' kabul edilenden yalıtılmış halde geçiriyor. Ofis dışında geçirilen zaman bile nadiren yeşil alanlarda geçiyor: Amerikalılar bugün zamanlarının yüzde 92'sini kapalı mekanlarda geçiriyor. Ticari faaliyetlerin doğaya yaklaştığı çalışma ortamlarında -örneğin açık denizdeki bir petrol platformunda- bile insanların bir şekilde doğanın 'üstünde' oldukları- na dair üstü kapalı bir his var.

YAŞAMIN DEVAMI

Doğayla çatışmak yerine uyum içinde olmak, tür olarak da başarımızın anahtarı oldu. Homo Sapiens'in bundan 200 bin yıl önce Afrika ve Avrasya'dan ilk kez göç etmeye başladığı günden beri hayatta kalma yeteneğimiz, yaşamamızı sürdürmemizi sağlayan topraklar, hay- vanlar ve habitatlar hakkında derin bilgiye sahip olmamıza bağlı oldu. Doğayla uzun süreli bu etkileşimler, insanlığın doğayla derin duygusal bağını oluşturdu.

ÇEVRE YANLILARI

Bu bilinçsiz duygusal yakınlık, insanların ne- den içgüdüsel olarak doğaya çekilmesinin, dağ yürüyüşleri, masmavi derin okyanus ve hayvanat bahçesindeki hayvanlar karşısında büyülenmesinin altında yatan nedenlerden biri. Benzer şekilde, doğayla bağlantı kurmanın streste (özellikle teknostres veya düzenli olarak dijital platformların kullanılmasıyla yaşanan streste) azalma, odaklanma ve dikkatte artış, psikiyatrik düzensizlik riskinde azalma, empati ve işbirliği yeteneğinde iyileşme de dahil olmak üzere olumlu zihinsel etkilerini destekleyen çok sayıda bilimsel veri bulunuyor.

Ayrıca ekolojik sürdürülebilirlik ve doğayla olan bağlantımız arasında ilişki kuran hatırı sayılır miktarda araştırma mevcut. Gerçekten de bir insan doğayla bağlantısı olmadığında kendini doğaya bağımlı, hatta onun bir parçası olarak görmüyor. Bu, o kişinin çevre yanlısı davranışlarda bulunma veya ekolojik krizle mücadeledeki rolüyle ilgili endişe duyma olasılığını önemli ölçüde azaltıyor.

OFİSTE EKOLOJİK ORTAM

Birbirine bağlılık duygusu, sadece doğaya giderek değil, doğanın ilkelerine göre tasarlanmış kurumsal ofislerle doğayı içeri alarak da oluşturulabilir. Örneğin biyofilik tasarım, ofislerin doğal yaşam alanları içinde nasıl inşa edilebileceğinin altını çiziyor: İnşaatta ahşap ve toprak gibi doğal malzemeler kullanmak, çatılarda arı kovanları ve topluluk bahçeleri oluşturmak ve içeriye doğal su ve hava akışına izin vermek. Doğal özellikleri çalışma or- tamlarının içine yerleştirmek, ofis çalışanlarının doğayla bağlantı kurmasına yardımcı oluyor ve bu da karşılıklı bağlılık duygusunu daha ileri taşıyabiliyor. Nihayetinde, iş dünyasının ekolojik krizle ciddi bir şekilde mücadele edeceğine dair gözü pek iddialarını desteklemesi için somut eylem şart. Fakat bu ancak iş insanları ve buna bağlı olarak işlettikleri organizasyonlar doğayla daha derin bir bağ kurduğunda başarılabilir. Amerika'nın en ünlü doğa bilimcisi ve çevre korumacısı John Muir'in dediği gibi, "Doğanın kalbine yakın durun... Arada bir her şeyden uzaklaşarak bir dağa tırmanın ya da ormanda vakit geçirin. Ruhunuzu arındırın."

POZİTİF BİR EKONOMİ GELİŞTİRMENİN YOLLARI

Benzer bir mantığı iş ortamlarına uygulamak da mümkün: İş insanları ile doğa arasındaki mesafe -ister duygusal ister fiziksel- ne kadar büyük olursa, doğanın korunmasına o kadar az değer veriliyor. Bu bakış açısı, doğa pozitif bir ekonominin geliştirilmesine de zarar veriyor. O halde işletmeler doğayla daha fazla bağlantı kurmak için ne yapabilir ve böyle bir bağlantı hem doğaya hem de işletmeye nasıl yardımcı olabilir? Bunun için iş insanlarına üç ayrı tavsiye vermek istiyorum:

1'İNCİ TAVSİYE

Doğayla bağlantı kurmak, kişiye derin bir amaç duygusu sağlar: İnşa edilmiş ortamlarımızın (evler, arabalar, metrolar ve ofis binaları) dışına çıkmak, doğayla bağlantı kurmanın en basit ve etkili yolu. Araştırmalar, yeşil alanlarda zaman geçirmenin bireyin çevresel değerlerini desteklediğini ve bunun da geri dönüşüm ve doğa koruma gibi çevreci davranışları teşvik ettiğini gösteriyor. Bunun önemli iş sonuçları var: Örneğin çevre dostu eylemlerde bulunan çalışanlar, kurumsal düzeydeki çevre stratejilerine daha fazla dahil oluyor ve bu nedenle organizasyonlarının çevre sorunlarına karşı geliştirdiği çözüm planlarını uygulamaya daha fazla istek duyuyor.

Sadece doğada vakit geçirmek değil, doğayı hissetmek de önem taşıyor. Japonların shinrin-yoku veya orman banyosu uygulaması, doğayı bedensel düzeyde deneyimlemek için rasyonel beyinden değil, hissedilen duyulardan yararlanır. Ormanda yıkananlar, doğal dünyanın sunduğu güzelliği görmeye -bir mola verip duyusal algının sunduğu hazzı yaşamaya- davet edilir. En önemlisi, tüm duygular hoş karşılanır; örneğin bireyler bazen Dünya'nın çektiği ıstırapla bağlantılı olarak bir solastalji, derin bir üzüntü ve hatta keder yaşar.
Bu duygusal aydınlanma, iş ortamında iş insanlarına daha derin bir ekolojik amaç verebilir veya onları "Çevreyi neden önemsemeliyim?" ve "Bu, işim bağlamında neden önemli?" gibi kritik soruları ele almaya çağırabilir.

Unilever'in eski CEO'su Paul Polman'ın önerdiği gibi tek tek çalışanların 'yeşil' değerleri ile işverenlerin çevre stratejileri arasındaki kopukluk, büyük, halka açık şirketler için ciddi bir engel. Çevresel sürdürülebilirlik, günlük çalışma hayatında yeri olmayan bir şey olarak algılanabilir. Birçoklarına günümüzün bir gerçeğinden ziyade uzak bir küresel tehdit gibi görünen iklim değişikliği benzeri soyut olgularla bağlantı kurmak ye- terince zor. Doğada daha kaliteli zaman geçirmek potansiyel bir çözüm imkanı sunuyor. Doğanın sömürülecek bir kaynak olarak değil, işimiz de dahil olmak üzere günlük yaşamımız için içsel anlamı bulunan bir şey olarak değerini gerçekten deneyimlememizi sağladığı için.

2'NCİ TAVSİYE

Doğa, işin belirli bir yere ve bilgiye bağlanmasını sağlar: Doğayı tanımak, belirli bir yerle bağlantı kurmayı mümkün kılıyor. Bu bağlantı olmadan işletmeler, yersizlik olarak adlandırılan bir durumdan mustarip olabilir. Yersiz işletmeler, doğal çevre üzerindeki etkilerinden kopuk olduğu için çevre sorunlarını ele almakta (hatta kabul etmekte) zorlanır. Bu, örneğin çok uluslu bankaları etkileyen bir şey; iklim değişikliği onlar için, sadece küreselleşmiş finansal piyasaların bir unsuru. Bu soyutlanmış yersizliğe odaklandığınızda işletmelerin belirli doğal sistemler ve yerlerle nasıl bütünleşik olduğunu gözden kaçırıyorsunuz. Doğadan uzak şirketler, mevcut ve acil çevre sorunlarının maddi gerçekliğinden de kopabiliyor.

Gerçek sürdürülebilirlik, işletme doğayla derin bir bağa sahip olduğunda, dolayısıyla yerle yakın bir ilişkiyi paylaştığında ortaya çıkıyor. Şampanya (Fransa), viski (İskoçya), Parmesan peyniri (İtalya) ve bira (Almanya ve Belçika) gibi bölgesel ürünler üreten, yüzyıllardır varlığını sürdüren sanayileri düşünün. Bu sanayilerin kendi topraklarıyla özel bir ilişkisi bulunur; iklimdeki dalgalanmalar, flora ve faunadaki değişiklikler ve mevsimsel örüntüler hakkındaki bilgilerinin tümü en derin biçimde doğadan kaynaklanır.

Söz konusu işletmeler için sürdürülebilirlik sonradan yapılan eklenti değil; bunların doğaya derin bir saygı duymaktan başka seçenekleri yok. Aynı şekilde, sürdürülebilirlik ile binlerce yıldır ekosistemleri başarıyla yöneten yerli halklar arasındaki ilişkiye odaklanan birçok çalışma bulunuyor. Gail Whiteman ve meslektaşları, Kuzey Quebec'teki Cree kunduz avcıları hakkında yaptıkları araştırmada, bir yöneticinin kişisel olarak araziyle özdeşleştiği ve çevre hakkında karmaşık bilgiler geliştirdiği zaman ortaya çıkan 'ekolojik yerleşiklik' yoluyla yöneticilerin kırılgan ekolojik sistemleri nasıl sürdürülebilir bir şekilde denetlediğinin altını çiziyor.

Bu tür bir çevre bilgisi, işletmelerin iklim tehditlerine karşı dirençli hale gelmesinde hayati öneme sahip olabilir. Örneğin enerji sektörüyle ilgili araştırmalar, üretim tesislerinde aşırı hava olayları gibi doğanın en zorlu koşullarına maruz kalan çalışanların büyük şehirlerde bulunan kurumsal ofislerdeki çalışanlara kıyasla iklim sorunlarını daha ciddiye aldığını gösteriyor. Doğanın 'intikam'ına maruz kalmak, ekosistemler ve kıt kaynaklar hakkındaki tipik varsayımların ciddi bir şekilde sorgulanmasına yol açıyor. Bu da karar verme süreçlerine dahil edilebilecek yerel iklim bilgisi üretiyor.

3'ÜNCÜ TAVSİYE

Doğa karşılıklı bağlılığımızı besler: Doğayla bağlantı içinde olmak, çoğu zaman tüm canlılar arasındaki karşılıklı bağımlılığın derinden anlaşılmasıyla sonuçlanıyor. Tüm meseleler -veya işletme dilindeki tabirle tüm 'paydaşlar'- arasındaki bu karşılıklı bağlantı, derin ekoloji veya biyomerkezcilik gibi kavramlarla altı çizilen sürdürülebilirlik tanımlamasının merkezinde yer alıyor.

Bu felsefeler, hiçbir yaşam formunun özünde diğerinden daha fazla veya daha az değerli olmadığını vurguluyor; dolayısıyla insan faaliyeti (diğer insanlar da dahil olmak üzere) diğer sistemik parçalar üzerinde baskın bir güç değil, doğal sistemlerin bir parçası. Dahası, her şeyin birbirine bağlı ve bağımlı olduğu fikrini entelektüel olarak anlamakla bunu kendinde somutlamak çok farklı şeyler. Bir iş insanının karşılıklı bağımlılık içinde hareket etmesi için bunu başarması gerekiyor. Bütünlük duygusunu gerçekten deneyimlemek için bireyin doğayla derin bir düzeyde bağlantı kurması gerekiyor.

Bu, örneğin yatra'ya gitmekle sağlanabilir. Böylece kişinin yeryüzüyle olan ilişkisini derinleştirmek niyetiyle, çoğunlukla sessiz bir biçimde doğada yürüdüğü antik bir pratik. Bu sayede dünyasal varlıklardan oluşan geniş bir ağın parçası olarak birbirimize bağlılığımızı vurgulayarak, hem insanları hem de insan olmayanları kendi içlerinde ve kendi başlarına doğal değere sahip varlıklar olarak görüyoruz.

….
George Ferns, Cardiff İşletme Okulu'nda organizasyon çalışmaları ve sürdürülebilirlik alanında yardımcı doçent..

BİZE ULAŞIN